Yazının sonunda söyleyeceğimi başlarken belirtirsem, yanlış anlaşılmaların peşinen önüne geçmiş ve yazıyı sağlam bir temel üzerine inşa etmiş olurum.
“Son söz: Osmanlı’nın dört kıtada at koşturma iddiası büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Belki de topraklarını bu denli genişletme iddiasından zamanında vazgeçip yalnızca kontrol edebileceği kadar büyüseydi, bu şekilde yok olmayacaktı. 'Her şeyin çoğu zarar, azı karar' denir ya, tam da böyle bir durum.
Osmanlı’nın son dönemi ve Atatürk’ün liderliğinde Cumhuriyetin ilanına o gün şartlarında nasıl bakılmalı sorusuna cevabı, Dücane Cündioğlu şu şekilde cevap veriyor ben de büyük çoğunluğuna katılıyorum; “Mustafa Kemal, İslam dünyasında Türkiye'nin ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasını sağlamıştır; çünkü ileri görüşlü bir liderdi. Yaptığı bazı müdahaleler, neşter gibi keskin ve zaman zaman acı verici olmuştu. Uzun yıllar boyunca, ‘Acaba biraz daha yumuşak ve şefkatli davranamaz mıydı? Halkı bu kadar keskin bir değişime zorlamadan da aynı başarıyı yakalayabilir miydi?’ diye düşünürdüm. Ancak şu anki kanaatim, kanser hastasına aspirin verilemeyeceği yönünde. Ameliyat yapmak acımasızlık veya şefkatsizlik değil, aksine büyük bir ileri görüşlülük, gerçek bir şefkat ve anlayış göstergesidir.”
Evet, Cumhuriyetin ilk yıllarında hayal edilen ve vaat edilen demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerler halka sunulamamıştır. Dönemin yöneticilerinin büyük günahları, ciddi hataları olmuştur. Ancak “zamanın ruhu” ve “aspirin, neşter” örneğini göz önüne alırsak, bu yanlışların ve günahların birçoğu kabul edilebilir gerçeklerdi. Bugün geçmişte yapılan hatalarla kavga etmenin faydası yok; bu yalnızca toplumu ortadan ikiye böler. Yapılması gereken Cumhuriyeti geliştirmek ve ideal değerlere ulaşmak için çabalamaktır.
Çin, İran gibi, sözüm ona Cumhuriyetle yönetildiğini iddia eden ülkeler değil, bazı Avrupa ve İskandinav ülkeleri bizim örneğimiz olmalıdır. Unutmayalım ki, ister parlamenter sistemle ister başkanlık sistemiyle yönetilelim, anayasal düzeni tam anlamıyla işletmediğimiz sürece ne sistemin ne de mevcut anayasanın bir anlamı vardır.”
Şimdi gelelim “dayak yiyebileceğim” bazı tarihi gerçekleri anlatmaya. Bu bilgileri bir ayrıştırma amacıyla değil, tarih bilinci açısından paylaşıyorum. Atatürk, “Benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyeti, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi’dir,” demiştir. Cumhuriyeti ele alalım:
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilan edildiği Meclis oturumuna katılan milletvekili sayısı yalnızca 158’di. Yani toplam 334 milletvekilinin 176’sı ne Cumhuriyetin ilanına ne de Cumhurbaşkanı seçimine katılmıştı. Ve şaşırtıcı bir şekilde, Cumhuriyet ilan edildikten sadece 15 dakika sonra Cumhurbaşkanı seçimine geçildi ve M. Kemal, 158 kişinin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçildi. Referandum yapılmadı; milletvekillerinin yalnızca yarısının geceki Meclis oturumuna katılmasıyla müzakeresiz oylanıp kabul edildi. Vekillerin çoğunun haberi bile yoktu; herhangi bir çağrı yapılmamıştı. Birçok vekil Anadolu şehirlerindeydi ve böylesi bir kararın alınacağından habersizdi. Öyle ki bazı milletvekilleri bu rejim değişikliğinden bir hafta sonra gazetelerden haberdar oldular. Peki, oturuma katılmayan diğer vekiller neredeydi? Onlara oturuma katılmamaları için haber gönderilmiş ve meclise gelmemeleri için evlerinin önüne asker dikilmişti.
Rejim değişmiş, Cumhuriyet’e geçilmişti. Dipnot olarak belirtelim: O dönemde birçok ülke Cumhuriyet rejimine geçmişti; bunu, o dönemin “trendi” olarak değerlendirebiliriz.
Peki, milletvekili seçimleri nasıl yapılacaktı? Gizli tasnif, açık oy yöntemiyle… Çünkü halk “cahildi” ve “gericiydi”, milletvekili seçmeyi bilemezdi! O dönem okuma-yazma oranı %10’lardaydı. Cumhuriyet ilan edildikten sonra okuma-yazma seferberliği ilan edilmiş ve 1935 nüfus sayımına göre bu oran %19,25’e çıkarılmıştı. Halk, yalnızca milletvekili seçecek delegeleri seçebilirdi ve seçti de. O delegeler de milletvekillerini seçti. (Vekil seçimi bir bakıma hâlâ aynı yöntemle belirleniyor; parti genel başkanları, milletvekillerinin kim olacağına karar verip aday gösteriyor.)
Konuşulacak çok şey var; ancak bir konudan daha bahsedip yazıyı sonlandıracağım. “Bir gecede asırlık geçmiş unutturulup, 13 milyonluk halk Latin alfabesiyle, modern harflerle ‘cahil’ bırakıldı” konusu, hâlâ en çok tartışılan meselelerden biridir. Bu kararın doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türk halkı, Arap alfabesiyle yüzünü Ortadoğu’dan Avrupa’ya çeviremezdi. Bugün Ortadoğu ve Arap yarımadasındaki ülkelere baktığımızda bu bağın kopmuş olması belki de milletimize yapılmış en büyük iyilik olabilir.
Nitekim, Arap Birliği’ne girmek yerine Avrupa Birliği’ne girme çabamız da bunun göstergesidir. Nüfusunun çoğu Müslüman olduğu için Avrupa Birliği’ne alınmayacak Türkiye, bir de Arap alfabesi kullansaydı, Avrupa Birliği gibi bir “hayal”in peşinde çalışıp Türkiye demokrasisine büyük katkı sağlayan birliğin kriterlerini yerine getirmek için belki de çaba harcamayacaktı. Avrupa’ya dönmüş olmamızın bir göstergesi daha: Avrupa Birliği, 2020 yılında 69 milyar dolar ile ihracatımızdan %41,3 oranında pay alarak toplam ihracatımızda ilk sırada yer almıştır.