Postmodern çağda, teknolojinin hızla ilerlemesi ile birlikte sosyal medya etiği, üzerinde en çok konuşulan konulardan biri haline geldi. Artık küreselleşen dünyada, hemen her kavramın anlamı ve değeri giderek bulanıklaşıyor. Etik değerlerin giderek kaybolduğu, mahremiyet, müstehcenlik, keder ve trajedi gibi kavramların ise yaygın bir şekilde sunulan “pornografik acı kültürü” tarafından yeniden tanımlandığı bir dönemdeyiz. Medya, reyting uğruna acı ve şiddeti bir tür “oyuncak” gibi kullanıyor ve bu süreç hem doğal afetlerden ekonomik krizlere hem de magazin programlarında yaşanan aile facialarına kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkıyor.
Medyanın bu etik dışı tutumu, aslında toplumsal duyarlılık beklenen konularda kişilerin mahremiyetine saygısızlık eden bir dijital medya dilini teşvik ediyor. Acı ve travma yaşayan bireyleri bir kez daha travmatize eden, onların yaşamlarına ideolojik bir aygıt olarak müdahale eden bu dil, giderek yaygınlaşıyor. Bir örnek vermek gerekirse, muhabirlerin şok halindeki bireyleri duygusal çöküntüye zorlaması, kamusal alanın acı pornografisine dönüştürülmesinin en çarpıcı göstergelerinden biridir. Özellikle, çocuğunu kaybetmiş birine sorulan “büyüyünce ne olmak istiyordu?” gibi sorular, sadece acıyı derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda bu acı üzerinden bir tür reyting kazanma çabasının bariz bir yansımasıdır. Bu tür televizyonculuk, cinsel pornografiden daha fazla izleyici kitlesi olan “acı pornografisi”nin bir türüdür.
Acı pornografisinin temelinde, başkalarının acılarının bir tüketim nesnesi haline getirilmesi yatmaktadır. Ekranlar aracılığıyla maruz kaldığımız hüzün dolu görüntüler, zamanla duygusal yorgunluk yaratır. Bu aşırı yüklenme, izleyicilerin acı karşısında duyarsızlaşmasına neden olur. Zira, görüntülerin bolluğu arttıkça etkisi azalır ve bu da izleyiciyi duyarsızlığa sürükler. Başkalarının acılarına sürekli maruz kalmak, bu acılara karşı vereceğimiz tepkilerin anlamını yitirmesine ve zamanla tamamen yok olmasına yol açar. Ancak ilginç bir şekilde, şiddet ve trajedi içeren durumlara karşı doymak bilmeyen bir ilgi vardır; izleyiciler bu olaylar karşısında yorulsa bile, umursamaz bir tutum sergilemeye devam ederler.
Platon komedi izlerken gülen seyirciyi soytarıyla aynı seviyede düşünür ve tragedya (trajedi) izlerken ağlayan izleyiciyi ise utanmadan gözyaşı dökmekle itham eder. Çünkü gösteri sırasında verilen tepkilerin günlük hayatın içindeyken verilmediğini, dolayısıyla gösterilerin gereksiz ve zararlı olduğunu söyler. Acı mastürbasyonu yayan medyatik faşizme karşın tüketmek alışkanlığımızı ideal hale getirmediğimiz sürece, Platon’un tragedya(trajedi) izlerken ağlayan izleyiciyi, utanmadan gözyaşı dökmekle itham etmesine katılmamak mümkün mü?