Bilgi dolu ve entelektüel anlamda çok katkı sağlayacağını düşündüğüm bu yazıyı özellikle okumanızı rica ederim… Biraz uzun ama hikaye tadında yazmaya çalıştım.
Platon'un 10 kitaptan oluşan meşhur Cumhuriyet (Republic) isimli eserinin 6. kitabında hocası Sokrates, Ademantus isimli bir karakter ile demokrasi hakkında sohbet eder. Sokrates bu kısımda Ademantus'a demokrasinin eksiklerini ve hatalarını göstermeye ve anlatmaya çalışır. Bunu yapmak için Sokrates, toplumu bir gemiye benzetir. Sokrates şöyle sorar:
Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı? Ademantus'un cevabı çok açıktır: Elbette ki ikincisi! Sokrates'in buna cevabı ise şu şekildedir:
Peki bu durumda nasıl olur da, bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?
Sokrates'in bahsetmeye çalıştığı şey, seçimlerde oy kullanmanın bir "yetenek" olduğudur. Sokrates'e göre oy kullanmak, "rastgele bir sezgi" olarak görülemez. Dolayısıyla oy kullanmanın da, diğer her yetenek gibi insanlara sonradan, dikkatle ve sistematik bir şekilde öğretilmesi gerekmektedir. Yeterli donanıma ve eğitime sahip olmaksızın insanlara oy kullanma hakkının tanınması, yeterli donanım ve eğitime sahip olmayanlara fırtınalı bir havada yolculuk yapacak bir geminin kontrolünün kime teslim edileceği kararını alma yetkisi vermekle aynıdır.
Sokrates bu ve benzer görüşleri yüzünden "Atina gençliğini yozlaştırmak" suçlamasıyla Jüri heyeti, %52'ye karşı %48'lik bir oy farkı ile Sokrates'in suçlu olduğu kararına varmıştır. Sokrates, baldıranotu zehriyle ölüme mahkum edilmiş ve infaz edilmiştir.
Bu görüş halen daha tartışılan ve idam kararındaki oylama gibi toplumun yarısı yukardaki gibi diğer yarısı da bunun doğru olmadığını savunur. Günümüzde buna örnek verirsek 2007 anayasa değişikliğine kadar Cumhurbaşkanını meclis seçiyordu çünkü “halk buna yetkin değildi!”
***
Şimdi bunları neden anlattım. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları Cumhuriyeti ilan ederken tıpkı Sokrates gibi düşünmüş ve ona göre hareket etmiştir. Yazının sonunda söyleyeceğimi burada söylersem sanırım niyetimi belli etmiş ve yazıyı sağlam bir temel üzerine inşaa etmiş olurum.
“Son söz; Osmanlı’nın 4 kıtada at koşturma iddiası büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Belki de topraklarını bu denli büyütme iddiasından doğru zamanda vazgeçip kontrol edebileceği kadarıyla büyüseydi bu şekilde yok olmayacaktı. “Her şeyin çoğu zarar azı karar” denilir ya tam olarak böyle. Osmanlı’nın işgal altındaki durumunu şu şekilde yorumlamak lazım. Eli, kolu kangren olmuş bir hasta var ve tüm vücuduna yayılmak üzere bu hastaya aspirin vererek iyileştirmezsiniz, neşteri vurup, kesip atmak gerekiyor. Cumhuriyetin ilanı sürecinde tam olarak böyle yapılmıştır. Evet Cumhuriyetin ilk yılları hayal edilen ve vaat edildiği gibi şekilde demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerleri halka sunulamamıştır. Dönemin yöneticilerinin çok büyük günahları çok büyük yanlışları vardır. Fakat “zamanın ruhu” “aspirin, neşter”örneğini dikkate alırsak bu yanlışların bu günahların en azından bazıları kabul edilebiliriz. Geldiğimiz gün itibariyle geçmişle yapılan yanlışlarla kavga etmenin hiçbir faydası yoktur ve toplumu ortadan ikiye bölmekten başka bir işe yaramaz. Yapılması gereken Cumhuriyeti geliştirmek, ideal değerlere ulaşmamız için elimizden geleni yapmaktır. Çin, İran… gibi sözüm ona Cumhuriyetle yönetildiğini iddia eden ülkeler gibi değil bazı Avrupa ve İskandinav ülkeleri bizim örneklerimiz olmalı.” Unutmayalım ki ister parlamenter sistemle ister başkanlık sistemiyle yönetilelim Anayasal düzeni tam manasıyla işletmediğimiz durumda ne sistemin ne de yürürlükteki anayasının bir manası yoktur.
***
Şimdi gelelim “dayak yiyebileceğim” bazı tarihi gerçekleri anlatmaya bu bilgileri bir ayrıştırma değil tarih bilgisi olması açısından paylaşıyorum. Atatürk “Benim iki büyük eserim var. Biri Türkiye Cumhuriyeti diğeri Cumhuriyet Halk Partisi'dir.” Cumhuriyeti konuşalım
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilan edildiği meclis oturuma katılan milletvekili sayısı sadece 158’di. Yani toplam 334 milletvekilinin 176’sı ne cumhuriyetin ilanına ne de cumhurbaşkanı seçimine katılmıştı. Ve şaşırtıcı bir şekilde Cumhuriyet ilan edildikten sadece 15 dakika sonra Cumhurbaşkanı seçimine geçildi ve M. Kemal 158 kişinin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilmişti. Referandum falan yapılmadı, milletvekillerinin ancak yarısının gece meclis oturumuna katılıp müzakeresiz oylanıp kabul edildi. Vekillerin çoğunun haberi bile yoktu herhangi bir çağrı yapılmamıştı çoğu vekil zaten Anadolu şehirlerindeydiler ve böylesi bir kararın alınacağına dair haberi yoktu. Öyle ki bazı milletvekilleri bu rejim değişikliğini 1 hafta sonra gazetelerden okuyarak haberdar olmuşlardı. Peki oylama oturuma katılmayan diğer vekiller neredeydi? Onlara oturuma katılmamaları için haber gönderilmişti ve meclise gelmemeleri için evlerinin önüne polis dikilmişti.
Rejim değişmişti Cumhuriyet’e geçilmişti. Dipnot; “O dönemde birçok ülke Cumhuriyet rejimine geçmişti bunu o dönemin “trendi” olarak düşünebiliriz.
Peki milletvekilini seçimleri nasıl olacaktı? Gizli tasnif açık oy… Çünkü halk “cahildi”, gericiydi” milletvekilini seçmeyi bilemezdi! Okuma yazma oranı %10’lardaydı, Cumhuriyet ilan edildikten sonra okuma/yazma seferberliği ilan edilmiş ve bu oran, 1935 nüfus sayımı sonuçlarına göre yüzde 19,25’e çıkmıştı. Halk sadece milletvekilini seçecek delegeyi seçebilirdi seçti de. O delegelerde milletvekillerini seçti… (Vekil seçimi bir bakıma halen daha aynı yöntemle belirleniyor. Parti genel başkanları milletvekillerinin kim olacağına karar veriyor ve ona göre aday gösteriyor. )
Konuşacak çok fazla şey var ama bir konudan daha bahsedip yazıyı bitireceğim. “Bir gecede asırlık geçmiş “unutturulup” 13 milyonluk halk Latin alfabesiyle çağdaş modern harflerle “cahil” bırakıldı” meselesi halen daha en çok tartışılan konuların başında gelir. Alınan bu kararın doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türk halkı yüzünü Arap alfabesiyle Ortadoğu’dan, Avrupa’ya çeviremezdi. Bugün Ortadoğu ve Arap yarımadasındaki ülkelere bakınca bu bağın kopmuş olması belki de millete yapılmış en büyük iyilik olabilir. Öyle ki bugün Arap Birliğine girmek yerine Avrupa Birliğine girme çabamız da büyük bir göstergedir. Nüfusunun çoğu Müslüman olduğu için hiçbir zaman Avrupa Birliğine alınmayacak Türkiye bir de Arap alfabesi kullansaydı sanırım Avrupa Birliği gibi bir “hayal” üzerine çalışıp Türkiye demokrasisine büyük katkı sağlayan birliğin kriterlerini yerine getirmek için belki de çaba harcamayacaktı… Yüzümüzü Avrupa’ya dönmüş olmamızın tek bir göstergesinden bahsedeyim; Avrupa Birliği 2020 yılında 69 milyar dolar ile ihracatımızdan %41,3 oranında pay almakta olup toplam ihracatımızda ilk sırada yer almaktadır…”